Ruanda Soykırımı
Büyük Göller Bölgesi’nin en önemli ülkesi olarak kabul edilen Ruanda’nın geçmişinde, tarihin en kanlı olaylarından biri yer almaktadır. Bölgede yüzyıllardır süregelen varlığı sayesinde sağlam bir devlet yapısına ve teşkilatına sahip olan ülke, hem dış güçlerin hem de coğrafi konumundan kaynaklanan dezavantajların etkisiyle 1994 yılında Yahudi Soykırımı’ndan sonra en büyük katliam olarak kabul edilen, 100 günde yaklaşık olarak bir milyon kişinin öldürülmesiyle sonuçlanan bir soykırıma sahne olmuştur. Yıllardır bir arada yaşamalarına rağmen çeşitli sebeplerden dolayı birbirini ‘düşman’ olarak gören Hutu ve Tutsi kabileleri bu soykırımın başrollerindedir.
Ruanda ve Koloni Süreci
Ruanda, Afrika kıtasının ortalarında bulunan Uganda, Demokratik Kongo, Tanzanya ve Burundi gibi ülkelerle komşu olan; bölgenin en gelişmiş devleti olarak kabul edilen bir ülkedir. Ruanda’da yaşayanların büyük çoğunluğu, ülkenin coğrafi yapısı engebeli ve dağlık olduğundan, tarım ve hayvancılık ile geçim sağlamaktadır. Ülkenin yağış oranı bir hayli az olması ise tarım alanlarının sınırlı olmasına buna bağlı olarak da fakir bir ülke olmasına neden olmuştur.
Ülkede yaşayan üç farklı etnik grup vardır. Bu gruplardan %84’ini Hutu’lar, %15’ünü Tutisiler, %1’lik kısmında Twa’lar (pigme) oluşturmaktadır. Tutsi’ler, Nuh’un oğlu Ham’ın soyundan gelen ve asıl yerleşim yerleri Etiyopya olan topluluktur; Ruanda’ya 17. yüzyılda göç etmişlerdir. Ruanda’ya gelmeleriyle, Hutu’ları mağlup edip Ruanda’yı hâkimiyetleri altına almışlardır.
Afrika kıtasındaki devletlerin çoğunluğundan farklı olarak Almanya ve Belçika Koloni dönemlerinden önce Ruanda topraklarında bir krallık bulunmaktaydı. 19. yüzyıl sonlarında Ruanda krallığı Büyük Göller Bölgesindeki en güçlü iki krallıktan biriydi. Ülkede kral (mvami), danışmanlar konseyi, kraliçe ve konseyden oluşan bir yönetim mevcuttu. Topraklar eyaletlere bölünmüştü ve kralın temsilcisi olan askerlerce yönetilmekteydi. Bu dönemde bölge yöneticileri arasında çatışmalar olsa da merkezi bir yönetim söz konusuydu.
Devletin ve kurumların eski yüzyıllardan itibaren devamlılık arz etmesi, değişmesi zor olan bir kültürel yapı oluşturmuştur. Devlet, bir taraftan iyi organize olmuş ve ekonomisini iyi idare eden bir özellik taşırken diğer taraftan da otoriter ve baskıcı bir aygıt halini almıştır. Birçok devlet kurumu gelişmemiş düzeyde olsa dahi gayet hiyerarşik bir yapıdadır, emirlere itaat sağlanabilmektedir ve merkezi bir devlet yapısına rastlanılmaktadır. Bu da kırsal kesimdeki halkın sosyal hareketliliği ve yönlendirilmesi için çok uygun bir olanak sunmaktadır.
Ruanda 1890 Brüksel Antlaşması sonucunda Burundi ile beraber Almanya’nın sömürgesi haline gelmiştir. Almanya, Ruanda’nın fakir bir ülke ve kaynaklarının olmaması nedeniyle bölgeyi ikinci planda tutmuş ve yönetime pek fazla karışmamıştır. Bölgede var olan Tutsi yönetimini destekleyen Almanya, halkı fiziksel özelliklerine göre Tutsi ya da Hutu olarak adlandırarak etnik bir ayrışmaya sebebiyet vermiş; Ruanda’da ilk etnik kimlik inşasını gerçekleştirmiştir.
Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasıyla birlikte de Versay Antlaşmasına göre bölgenin yönetimi Milletler Cemiyeti vasıtasıyla Belçika’ya bırakılmıştır. Belçikalılar bu bölgede Almanların yürüttüğü politikayı devam ettirmiş, daha da ileri giderek araya kin tohumlarını ekmişlerdir. Ülke yönetimine doğrudan müdahil olmuş, sömürgeci devletlerin sıklıkla uyguladığı 'böl ve yönet' stratejisini kullanmış, halkı zorla kahve bahçelerinde çalıştırmış, çalışmayanları şiddetle cezalandırmıştır.
Belçikalılar bu dönemde etnik ayrımı sadece fiziksel özelliklerle değil, ekonomik bakımdan da desteklemiştir. Buna göre, ekonomik açıdan daha zengin olanları Tutsi, diğerlerini ise Hutu olarak adlandırmıştır. Tutsileri desteklemiş, onları Hutulara karşı daha özellikli ve ayrıcalıklı göstermeye çalışmış, Tutsileri ‘beyaz olmayan beyaz Afrikalılar’ olarak tanımlamışlardır. Bu ayrıştırmayı bir adım ileri taşıyarak bölge halkına ait olduğu ırkı belirten kimlik kartları dağıtmıştır. Oluşturulan kimliklerin daha sonra idarî kadrolarda, vergi toplanmasında ve kilisede Tutsi üstünlüğünü sağlamak için yapıldığı belirtilirken Belçikalıların bu uygulaması 1994’teki soykırımda milislerin işini kolaylaştırmıştır.
Ruanda'da İç Savaşlar
Belçikalıların yürüttüğü politikalar ülkede Tutsi azınlığın ayrıcalıklı bir konuma yükselmesine, Hutu çoğunluğun ise çeşitli konularda sorunlar yaşamasına yol açmıştır. 1950’lere kadar devam eden bu politikanın günlük hayatta bile sorunlara yol açması ayrımcılık ve öfkenin giderek çoğalmasına neden olmuştur. Bunun sonucunda 1959 yılında Tutsi monarkın ölmesi üzerine Hutular hak aramak amacıyla Tutsilere karşı ayaklanmıştır. Hutuların siyasi olarak ilk defa hak talep etmeleri ve Bahutu Manifestosu’nun yayınlanması süreci iyice şiddetlendirmiştir. Hutuların hiçbir Batılı devlet tarafından muhatap alınmadığı Ruanda’da bu bağımsızlık hareketleri sonrası Belçika saf değiştirip Hutuları desteklemeye başlamıştır. Senelerdir görmezden gelinen Hutu çoğunluk, bu sefer dış güçlerin desteğiyle Tutsiler üzerinde baskı kurmaya, onları yıldırmaya başlamıştır. Ülkede çıkan iç savaş sonucunda 20 bin Tutsi öldürülmüş, birçok Tutsi komşu ülkelere kaçmıştır.
1962 yılında Ruanda bağımsızlığını kazanmış, devrim sonrasında yapılan demokratik seçimler sonucunda bağımsız Ruanda’nın ilk hükûmeti milliyetçi Hutular tarafından kurulmuş, iktidara Tutsi karşıtı olan, Parmehutu partisine bağlı Greogorie Kayibanda gelmiştir. Hutuların başa geçmesi Koloni yönetiminin sonlanmasından çok, yönetimdeki topluluğun değişmesi ve Tutsilere karşı yapılan bir devrim olarak algılanmıştır. İktidarı ele geçiren Kayibanda’nın Hutu ırkçılığına dayalı bir siyaset gözettiği, bunun sonucunda 1962'den itibaren Tutsilerin ‘düşman azınlık’ ya da ‘işgalci dış güçler’ olarak kabul edildiği bilinmektedir.
Kayibanda yönetimindeki Ruanda’da benzer sebeplerle ve bağlamlarda 1962, 1963 ve 1973 yıllarında şiddet olayları gerçekleşmiştir. Bu olayların sonucunda Hutular içindeki hizipleri ortadan kaldırmak ve düşman “öteki”ne karşı birlik olarak onları yok etmek gibi bir yaklaşım olarak benimsenmiştir. Hükümet Belçikalıların da yardımıyla saldırıları durdurmuştur. Hemen ardından ülke içine yönelerek Tutsi kökenli, ılımlı Hutu ve pan-Afrikanist siyasetçiler yakalanarak idam edilmiştir.
Ülke içerisinde sıkıntıların yaşanmaya başladığı 1970’li yıllarda Kayibanda anayasaya aykırı olarak hareket etmiş, seçimlerin yapılacak olmasına rağmen yönetimi bırakmamıştır. Ayrıca Kayibanda’nın güneyde bulunan Hutulara ayrıcalıklı davranması Hutular arasında ayrışmaya yol açmıştır. 1973 yılında ülkenin kuzeybatısından gelen subayların yaptığı darbe sonucunda General Habyarimana başa geçmiş ve 1994 yılında yaşanan soykırıma kadar yönetimde kalmıştır. Habyarimana yönetimi ile birlikte çok partili rejime geçilirken ülkede de iç savaş hâkim olmuştur. Bu durum, ülkeyi soykırıma götüren önemli nedenler arsında yer alır.
Tüm bunların sonucu olarak göç etmeye zorlanan Tutsiler yönetime tekrar ortak olabilmek için 1988 yılında Ruanda Yurtseverler Cephesi (RPF) adıyla bir gerilla birliği oluşturmuşlardır. Panafrikaizmi (Afrika Birliği) benimseyen oluşum, Hutu devleti karşısında başarı elde ederek 1993’te Aruşa Antlaşması'nın imzalanmasını sağlamıştır. Bu antlaşmanın temel amacı daha geniş tabanlı bir hükümet kurulması, Ruanda ordusunun yeniden düzenlenmesi ve ülkede Birleşmiş Milletler barış gücünün yerleştirilmesidir. Fransa, Amerika Birleşik Devletleri, Afrika Birliği Örgütü anlaşmaya destek ve gözlemci olmuştur. Bu antlaşmadan sonra BM, Ekim 1993’te süreci gözlemlemek için bölgeye gelmiş ve 22 Haziran 1994 tarihine kadar görev yapmıştır.
Tutsi’ler açısından yeniden ülke içerisinde kaybettikleri itibarlarını kazanmak adına önemli bir anlaşma olarak değerlendirilmiş olsa da Hutular yönetimdeki üstünlüklerini paylaşmak istemediğinden dolayı hoşnutsuzdu. Ilımlı Hutuların da bu antlaşmayı desteklemesiyle beraber endişe içerisine giren Habyarimana yönetimi, çareyi sürgündeki Tutsilerin geri gelerek ülkede eski sömürgeciliğin tekrar yaşanacağına dair bir korku ortamı oluşturmakta bulmuş ve kitle iletişim kanallarından Tutsilere yönelik ‘Kara böcekleri öldürün!’ çağrıları yaparak bir iç savaşın önünü açmıştır.
Ruanda Soykırımı
Bu dönemde Ruanda ordusu çok hızlı biçimde büyümüş ve bir sivil savunma programı başlatılmıştır. 1990 ile 1994 yılları arasında Ruanda askeri birliklerinin sayısı 7.000’den 31.000’e çıkarılmıştır. Ayrıca ordu, bu sivil birliklere silah dağıtmaya ve silah kullanmayı öğretmeye başlamıştır. MRND bünyesinde kurulan İnterhamve gençlik kolları ordu ve hükümet tarafından sıkı eğitimlerden geçirilmiş, Çin’den yüklüce miktarda pala getirtilmiş ve yetmediği yerde sivri uçlu sopalar hazırlanmıştır. Ordu mensupları RPF’yi destekledikleri düşünülen kişileri öldürmek üzere plan yapmış ve “ölüm listeleri” hazırlamıştır.
6 Nisan 1994’te devlet başkanı Habyarimana’nın uçağının düşürülmesi ülkede yüz gün sürecek soykırımın fitilini ateşlemiştir. Zira kazanın duyulmasının ardından çok planlı bir şekilde harekete geçen Hutu milisleri 15 dakika gibi kısa bir sürede organize olup ellerindeki listelere göre Tutsilere yönelik katliamlara başlamışlardır. Sivil halk öldürme eylemlerine katılmış, Tutsilerin yanı sıra ılımlı Hutular ve Belçikalı Birleşmiş Milletler Barış Gücü hedef haline getirilmiştir.
Dakikada 6 kişinin öldürüldüğü, toplu mezarlar, toplu ortadan kaybolmalar ve büyük ilticalardan dolayı kesin rakamların bilinemediği Ruanda’da, Hutu muhaliflerinin ve Tutsi aydınlarının hızla temizlenmesiyle birlikte gerçekleşen soykırımda 100 gün içinde yüzbinlerce Tutsi; ülkenin her köşesinde machete adı verilen, tarımda kullanılan kılıç türü bıçaklar, çekiçler, ateşli ve ateşsiz silahlarla katledilmiştir. Resmi olmayan rakamlar, öldürülenlerin sayısının Tutsiler ve ılımlı Hutular dâhil olmak üzere sekiz yüz bin ile bir milyon arasında olduğunu belirtmektedir. Öldürülenlerin yaklaşık % 95’i Tutsilerden, geri kalanı ılımlı Hutulardan oluşmaktadır.
Katliamın başladığı ilk haftanın sonunda uluslararası topluluk temsilcilerinin hemen hemen tümü Ruanda’yı terk etmişti. Ayrıca, BM tarafından görevlendirilen 10 Belçikalı asker katledilmesinin üzerine Belçika’nın, ülkede bulunan yaklaşık 420 askeri gücünü çekmesi katliamcı güçlere cesaret vermiş; ölüm oranlarının bu denli yüksek olmasına yol açmıştır. Kızıl Haç’ın 500 bin olarak ölü sayısını açıklamasının ardından BM bölgeye 5.500 asker göndererek 29 Nisan 1994 tarihinde işlenen suçun soykırım olabileceğine dair açıklamada bulunmuştur.
Uluslararası topluluk tarafından kendi kaderine terk edilen Rwanda’da soykırım RPF tarafından sonlandırılmıştır. Ruanda Yurtsever Cephesi, Tutsilerin öldürülmesini durdurmak ve Kigali’deki güçlerini kurtarmak için Kigali’ye saldırmış ve ancak 4 Temmuz 1994 tarihinde girebilmiştir. Kigali’yi ele geçirdikten sonra ise 19 Temmuz 1994 tarihinde Ulusal Birlik Hükûmeti’ni kurmuştur.
Ruanda için Uluslararası Ceza Mahkemesi, Nisan-Haziran ayları arasında süren soykırım olayları bittikten sonra Kasım 1994 tarihinde 955 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla kurulmuştur. Merkezi Tanzanya’nın Arusha kentindedir. Çeşitli olumsuzluklarda dolayı İlk iddianame 1995 yılında hazırlanmış, ilk duruşma ise 1997 yılında yapılmıştır. Nisan 2011 tarihi itibariyle 32 davayı tamamlamış bulunmaktadır, hala devam eden davalar da mevcuttur.
Bunun yanında, Binlerce sanığın ulusal mahkeme sistemine göre yargılanması, adalet ve uzlaşmanın sağlanması için Ruanda hükümeti, 2005 yılında “Gacaca” adlı geleneksel toplum mahkeme sistemini yeniden kurmuştur. Duruşmalar yerli halkın katılımı ile yürütülmekte, yargıçlar, savunmanlar ve savcılar bu kişilerden seçilmekteydiler. Fakat soykırım gibi bir olayı yaşamış ülkede kurulan yerel mahkeme istenilen hızda ve başarıda ilerleyememiştir.